11 Ağustos 2009 Salı

Bir dosttan öykü..

HAYALLER ÇUVALLARDA

Güneş tepede… Caddelerde ortalığa savrulmuş çöpler… Çöplerin üzerinde yiyecek bir şey arayan sahipsiz inekler… Sinek vızıltıları arasından telaşla bir gölgeyi arayan insan güruhu… Ben babamın arkasında gevşek adımlarla nereye gideceğimizi merak ederek yürüyordum. Kavurucu öğle sıcağına aldırmadan şehir denilen mekanı inceliyor, keşfetmeye çalışıyordum. Kaldırımlar; etrafında taşlar, taşların arasına toprak doldurulmuş köy evlerimizin etrafındaki tümsekleri andırıyordu. Tek fark tümseğin birleştiği yerde dükkanlar ve yer yer dükkanların önünde cılız, belli ki su verilmemiş, akasya ağaçları vardı. Ha! Bir de yolla kaldırım arasında bir su kanalı, kanalda karpuz kabukları, boş poşetler yüzüyordu. Şehir denilen yer bura mıydı? Yoksa bu kaldırımlar beni, hayal ettiğim o fiyakalı ışıkların küçük hayal dünyamda parıldadığı yere mi götürüyordu?

Köyde biz çocuklar bir araya geldiğimizde hep hayalimizdeki şehri birbirimize anlatırdık. En beğenilen hayal şehri seçiyor, anlatıcıyı birinci ilan ediyor ve en iyi şehir planlayıcısına, kendi aramızda topladığımız parayla leblebi tozu alarak ödül veriyorduk.

Belli ki biz çocukların kafasındaki şehir değildi burası. Köyümüzün, dükkanları çoğaltılmış biçimiydi. Çünkü köyümüzde Kekeme’nin sadece dükkanı vardı. Ayrıca herkesin bir takma adı olurdu burada. Bir gün ben, Şeker, Hedik ve Fişek gofret almaya gitmiştik. Şeker gofretlerden birini alarak tadına bakınca Hasan Amca telaşlanarak:

- Bııı raaaaaa kkkkkk o nuuuuu , deyince o günden sonra bizim Hasan Amca’nın ismi Kekeme kaldı.

Ben şehre gideceğim günü bütün arkadaşlarıma söylemiş, onların arasından en ayrıcalıklı kişi olmuştum. Onların bana gıptayla bakışları beni daha da ayrıcalıklı kılıyor, içim içime sığmıyordu. İçimizden Şeker, köyün içinden koşarak:

- Bilge yarın şehre gidiyooor, yarın akşam yeni bir şehir hikayesi varrr. Ödülümüz bu defa leblebi tozu değil bir paket gofrettirrrr, kesin yine Bilge kazanacaaakk, iyi hazırlanın arkadaşlarrr!

Şeker’in babası, Şeker bir yaşındayken ölmüş, annesi de komşu köylerden birine evli gitmişti. Köyün koyunlarını güderek karın tokluğuna çalışan Şeker her evde bir gece kalırdı. Şehre gideceğim günün akşamı geceyi birlikte geçirdik. Şeker kafasını yatağa koyar koymaz horlamaya başladı. Ben şehri göreceğim diye çok heyecanlıydım, hiç uyumadım. Erkenden de babamı uyandırdım, hazırlıklarımızı yaptık evden çıktık.

* * *

Babam, önünde rengârenk top kumaşların olduğu bir dükkâna girdi. Annemi sevindirmek içinden geçmiş olmalı ki kadife eflatun bir kumaşı parmaklarıyla okşadıktan sonra bir elbiselik kestirdi, sardırdı ve koltuğumun arasına sıkıştırırken yüzündeki tebessümü de bana gösterircesine eğildi, gözlerimin içine baktı ve kafasıyla çıkmamı işaret etti.

Karşılıklı dükkanların arasından geçen yolu iki şeride ayıran telefon direklerinin birine iri memeli bir kadın yaslanmış, oradan geçenlerin hepsini tanıyormuş gibi:

- Ahmet bugün beni hiç görmedin!

- Ali kaynanan iyileşti mi?

-Ulan seni hınzır beni görünce yüzünde güller açıyor !

-Ben mi?

-Cemilciğim sen tabi, başka kimin oteline günlük para yatırıyorum ki.

-…….

- Akşam erkenden geleceğim haberin olsun!

-Tamam efendim teşriflerinizi bekliyoruz(!)



Dükkânlara girip çıkmalar, karınca yuvalarını andırıyordu. Kimileri de sırf güneşin kavurduğu kelleri biraz serinletmek için içeri girip bir şeylerin fiyatını sorar, işime gelmedi edasıyla toprak kaldırımları arşınlardı. şehir esnafı da artık içeri girenlerden kimlerin alıcı olduğunu biliyor olmalıydı ki hemen önünden geçtiğimiz eczaneden biri yaka paça dışarı fırlatıldı. Eczacı olmalı:

- Defol, bir daha adımını buraya atayım deme!

Adamcağız sırtını akasyaya dayadı, derin bir nefes aldı, alnında kristalleşmiş terleri koluyla sildi, etrafı kontrol edercesine çevresine bakındı:

- Senin verdiğin ilaç, fareleri öldürmedi sahtekâr, diyerek gözden hemen kayboldu.

Uygarlık tohumunun yeşerdiği mekan burası mıydı? Yoksa büyüklerimiz de bizim gibi hayal şehirlerle mi avunmuşlardı? Şeker’e ne anlatacaktım? Ya diğerlerine. Hedik yine: ‘Vay be! Ne güzel bir yer, tam da benim yerim.’ diyecek miydi? Fişek, boynunu bükerek tırnaklarını heyecandan kemirecek miydi?

Güneş, tepelere doğru eğilmiş, evlerin gölgeleri iç içe geçmiş, dağların doğu yamaçlarından koyun sürüleri inmeye başlamış, şelâlelerden akan serinlik bütün köyümüze yayılmıştı. Ben boş bir çuval gibi kapıya yığıldım. Hayallerim boşalmış, bomboş bakışlarımla arkadaşlarımın arasında Şeker’i aradım. Hedik:

-Şeker gitti, başka bir köye! Gözlerin onu arıyorsa boşuna, diyen Hedik’in boşalmaya hazır bir bulutu andıran gözlerini gizlemeye çalışması, küçük ve bakir hayellerimizin parçalandığını anlatıyordu. Tipki yağmur tanelerinin sert bir zemine çarpması gibi…

Kimi zaman hayalleriniz taze açılmış bir kır çiçeğidir, bahar yağmuruyla da ıslandılar mı, parlaklığı sizi sizden alır. Sonra birileri onun parlaklığını alır, birileri de kurutur; ama kuytu bir serinlikte kalan kır çiçeği tazeliğinden bir şey kaybetmez. Sanırım o da Şeker’imizdir.



Aydın Üzen

Hiç yorum yok: