11 Kasım 2011 Cuma

BAKÜ – BAKI ( Rüzgarın şehri )




5 Kasım günü Azerbaycan Hava yolları ile Bakü ‘ye Doğru yola çıktık. 2.5 Saaatlik bir yolculuktan sonra, ismini bad-ı kübra’dan alan , daima esen Bakü’deydik. Akşam saati vardığımız için,Hazar kıyısında bir gezinti, bir şehir turu ve akşam yemeğinden sonra evdeydik.



Ertesi sabah kaltığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu.Tipi,boran ortalık…Doğru dürüst kar yağmayan şehir bizi karla karşıladı.Bir de buna Bakü’nün rüzgarı eklenince burnumuzu çıkartamadık dışarı.Bütün günü evde geçirdikten sonra akşamüzeri soluğu bir gürcü restoranında aldık. Khinkali, haçapuri,isimlerini şu anda hatırlamadığım leziz et yemekleri ve mükemmel ev şarabı … Ancak masayı silip süpürdükdükten sonra fotoğraf çekmek aklıma geldi.

Ertesi gün artık Bakü sokaklarındaydık. First Lady’nin Paris’e benzetmek istemesi nedeniyle, şehir merkezindeki bütün binalar beyaz bakü taşıyla restore edilmiş. Sovyet döneminden kalma binalar muhteşemdi. Hele ki gece… Bakü’nün merkezi geceleri gündüze göre çok daha güzel. Temizlenmiş yenilenmiş tüm eski binalar ışıklandırılıyor.Hem de çok estetik bir şekilde.Işıl ışıl bir kent merkezi…
Şehrin hertarafı birbirinden güzel park ve bahçeler ve heykellerle dolu.Ama ne yazık ki hertarafta da 20-25 katlı inşaatlar yükseliyor.







Şehrin merkezi, bir yaya bölgesi olan, restoranların, mağazaların, cafelerin yer aldığı Targovi.Bütün türk markalarına burada rastlıyorsunuz. Birde Park Bulvar adında bir Avm leri var ,orasıda aynı şekilde. Yani hiç yabancılık çekmiyorsunuz.
Akşam bir azeri restoranındaydık.bizden pek farklı değildi.Et ağırlıklı bir mutfak kebab ve ızgara…Votka içilmesi konusunda ısrarcı olsa da şef garsonumuz, tercihim rakıydı.
Oldukça pahalı bir şehir Bakü. 1 manat= 1 euro, paraları kıymetli. Alışveriş için özel birşeyleri yok.Hayatları petrol . Ama bir hediyelik eşya dükkanında Lenin’in eski bir büstünü gördüm aldım.Dünya… nerden nereye…





Devlet mezarlığı sanki bir açıkhava heykel müzesi gibiydi. Sanatçıların, ileri gelen kişilerin mezarları birer sanat eseri sanki. Biraz ileride ise Shahidlar Xiyabani (Şehitler Mezarlığı) var. Azerbaycan’da şehit olan Türk askerlerin anıt mezarı ile Türk Diyanet Vakfı’nın yaptırdığı cami de bu noktada.





Şehrin en ilginç yerlerden biri Icari Şahar (İçeri Şehir) dedikleri tarihi ve turistik kısım. Dar sokaklarında çok güzel evler, camiler ve kervansaraylar var. Etrafı surlar ve kulelerle çevrili. İçeri Şehir’de Şirvan Şah Sarayı…Aşağı doğru yürüdüğünüzde Kız Kalesi’ne varıyorsunuz.




Müzeler galerilerde gezildi tabii. Modern Sanatlar Müzesi’ne hayran kaldım ve Mikail Abdurahmanov’un resimlerine…





Hava şartları nedeniyle Bakü dışındaki milattan önce 3-1’inci bin yıllara ait arkeolojik yerlere gidemedik.Umarım baharda bir yolculuk daha yapar oralarıda gezerim.
Salamat qalın. Görüşərik.




20 Ekim 2011 Perşembe

BAŞLIKSIZ



ONLAR ÖLÜRKEN


Önceki gece yarısı 01.00 saatlerinde...

Onlar ölürken siz ne yapıyordunuz?

Biz ne yapıyorduk?

Muhtemelen aklımıza takılan bir sorunla uyuyakalmıştık.

İşte biz sıcacık yataklarımızdayken...

Belki bir anne yatağından fırladı, içine bir ateş düştü; dua okumaya başladı, “Allahım oğlumu koru“ diye...

İşte tam o sıralarda...

Onlar

ölüyordu...

Teker teker ölüyorlardı.

Belki çatışarak, belki gafil avlanarak, birbirlerini görerek

ölüyorlardı.

Onlar ateş altındayken...

Annesi sabahı zor etti.

Kapı çalınmasın, telefon çalmasın diye yorganın içine sığındı. Oradan hiç çıkmak istemedi.

Televizyonu, radyoyu açmaktan, gazete okumaktan korkuyordu.

Oysa bir başka asker, o sırada onların evine doğru geliyordu.

Az sonra kapısını çalacaktı.

Nasıl söyleyeceğini düşünerek... Başı öne eğik dursa yeter miydi?

O sırada biz ne yapıyorduk?

Haber bomba gibi düşmüştü.

Herkesin ama herkesin içi yanmaya başladı. Öfkeye hâkim olmak çok güçtü...

Çok güç!

24 şehidin evlerinin kapısı çalındı dün.

Kapının dışında başı öne eğik başka bir asker duruyordu...

Onların derin acıları bizim öfkemiz, isyanımızla birleşti.

İşte tam o sıralarda açıklamalar, basın toplantıları yapılıyordu...

“Metanetinizi kaybetmeyin.”

“Bunun hesabı mutlaka sorulacak.”

“Elbette hizaya gelmeyeceğiz.”

***


Elbette metanetimizi kaybetmeyeceğiz...

Elbette hizaya gelmeyeceğiz...

Hatta 3-5 güne kalmaz, normal yaşantımıza bile döneriz.

Normal yaşantımıza!

Akşam eve dönerken bir patlamanın içinde kalma olasılığıyla...

Her yerde bomba aramalarıyla...

Patlatılan paketleri kanıksayarak...

Sayıları 4’ün üzerine çıkarsa şehit şehitten sayılarak...

Tetikte...

Normal hayatımıza...

Ta ki, bir başka saldırıya kadar...

Bir başka annenin kapısı çalınıncaya

kadar...


Dilek Önder - Vatan Gazetesi

15 Eylül 2011 Perşembe

ŞİİR, TUTKU ve POSTACI





"Bir şiir açıklandığı zaman sıradanlaşır.Önemli olan okurken hissettiğindir.Ruhunun yorumlaması..."


Dalga sesleri ve şiirlerle dolu bir film izlemek isterseniz işte Il Postino ( Postacı )... Muhteşem güzellikte sıcacık bir adada yaşam, saf temiz bir aşk, güzel müzikler...Sadeliğin ve insani duyguların güzel anlatımı...

Bir italyan balıkçı köyünde geçen film, sıradan bir adamın, uzaktan sevdiği güzel bir kadının ve hayatlarını sonsuza dek değiştiren, gelmiş geçmiş en büyük şairlerden biri olan Pablo Neruda'nın hikayesini anlatıyor. Kendisini şiirle keşfeden bir adamın hikayesi... Aşkı, politikayı, herşeyi keşfediyor.


"hem de tam o yaşta… beni arayan şiir
birden geliverdi. bilmiyorum, nerden geldi.
kıştan mı, bir nehirden mi bilmiyorum.
kim bilir nasıl ve ne zaman.
hayır, sesler değildi, sözcükler
değildi, ne de sessizlikte gelen,
ama bir sokaktan çağrılıyordum,
gecenin dallarından,
birdenbire başka yerlerden,
azgın yangınlar içinden
ya da bir başıma dönerken,
orada yüzüm bile belirsiz,
gelip bana dokunuverdi...."




Il Postino çok naif bir film. Anlamlı, romantik, sonuyla ise yaralayıcı... Sonunun bu kadar dramatik olması beni sarstı ama belki de sonu nedeniyle ayrı bir yer tuttu bende.


Filmin senaristi ve başrol oyuncusu Massimio Troisi'yi de anmadan geçemeyeceğim. Düşük bütçeli komedi filmleri yapan italyan oyuncu Massimio Troisi, kitabın italyanca versiyonu bulmuş ve postacı Mario karakterine aşık olur.Telif hakları, yönetmen falan derken filmin yapım aşamasına gelinir.Çekimin ilk haftasında, küçüklüğünden beri var olan kalp hastalığı nükseder ve kalp nakline ihtiyacı olduğu ortaya çıkar.Ama herşeyi göze alarak filmi bitirir. Montaj aşamasında hayata veda eder Massimio Troisi... Film Massimio 'ya adanır. Ne yazık ki yaptığı bu muhteşem filmin başarılarını göremez.