27 Ekim 2010 Çarşamba

Ay...




Sadece bir taş parçası değil “Ay”…

İlhan Berk’in deyişiyle; bir yalnız / gökyüzünün sözlüğünde …

Kocaman evrende yapayalnızdır ay…İnsanoğlu değişir, ay ise onun güzelliğini fark edebilenleri bekler,değişmeden,tüm ve belki de tek gerçeğini sunar..

Yavasça uzaklasıyor dünyadan. Ne ben, ne o, ne sen, ne de torununun bilmem kac bin kuşak sonrası onun yokluğunu göremeyecek. Hatta belki onun gittiğini görecek kimse olmayacak buralarda. Şimdilik seyretmekle yetinelim, henüz o ve biz buralardayken...





Şebnem Ferah - ay ışığına
Yükleyen vsclub. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

21 Ekim 2010 Perşembe

Yaşamaya Değer...



Uzun zamandır izlediğim en iyi, en dokunaklı, en insancıl film "Yaşamaya Değer".Muriel Barbery’nin(maalesef hiç tanımadığım bir yazar) çok satan romanı “L’Elégance du Hérrison”dan uyarlanmış.Az sözle çok şey anlatan, içine sürüklendiğimiz manevi yoksulluğun zaaflarını ortaya çıkaran bir film.Paris’te dış dünyadan uzak bir çevrede yaşayan 11 yaşında, oldukça zeki bir kız olan Paloma, 12. yaş gününde intihar etmeye verir. Ölümle randevusunun yaklaşmasına yakın, yalnız apartman görevlisi Renée ve gizemli Kakuro ile tanışır.

İnsanı yaşam-düşünmek-ölüm üzerine derin bir düşünmeye sevk eden harika bir film.Filmde gerek küçük kız,kapıcı kadın ve japon komşu gibi ana karakterler olsun,gerekse de küçük kızın ailesinin her bir bireyi olsun her bir karakterin cidden bir şeyler ifade ettiğini görülüyor.

Film bir çocuğun, –bu çocuk bir kızdır ve on bir yaşındadır– hayat ve ölüm konuşmalarıyla, düşünceleri ve imgeleriyle başlıyor, sürüyor, gelişiyor ve bitiyor! baştan sona filmde bir sorgulama var.

Paris’in burjuva bir semtinde, zenginlerin yaşadığı bir apartmanda kapıcı olarak çalışan 54 yaşındaki Renee dışarıdan bakıldığında tipik bir kapıcı. Kilolu, bakımsız, fazla konuşmayan, sadece işini yapan ve iş saati bittiğinde de yalnız yaşadığı kapıcı dairesine çekilen orta yaşlı bir kadın. Apartmanın burjuva sakinleri içinse sadece bir hiç. Fakat o minik kapıcı dairesinin ardındaki Renee ile gün boyu merdiven temizleyen Renee ile aynı kişi değil. Zira aslında edebiyat, sanat ve felsefe tutkunu olan bu kadın mesai bitiminden sonra bir kapıcıdan beklenmeyecek zenginlikteki kütüphanesinde kitapların dünyasına dalıyor. Bir de Leo Tolstoy’a atfen “leo” adını verdiği bir kedisi var. Belki de Renee’nin gerçek kişiliği hakkında dış dünyaya verdiği tek ipucu da bu isim.
Diğer bir kişi de aynı apartmanda yaşayan 11 yaşındaki Paloma. Yaşıtlarına kıyasla oldukça zeki olan bu kız, şimdiden hayatın kısırlığını fark etmiş ve kaderin dışına çıkmanın yollarını arıyor. Hayatı katlanılabilir kılmak için bulduğu çözüm ise dünyaya kameranın gözünden bakmak, tabii ölmeye karar verdiği gün gelene kadar.
Günün birinde apartmana bir japon taşınıyor. Bay Kakuro. Kakuro hem Renee’nin, hem de Paloma’nı hayatında yeni bir pencere açıyor.

Filmin adı "Kirpi" olmasına karşın ,biz de "yaşamaya değer" olmuş.Kitabın ismi de "Kirpinin Zerafeti". İnsanı anlatan, insanlığı hatırlatan bir film. İzlerken yanımızda not defteri bulundurmamız gereken bir film.Paloma Renee'yi Kakuro'ya şöyle tarif eder:
"bayan micheli bir kirpiye benzetiyorum.dıştan bakınca dikenli,bir kale gibi korunaklı ama bana öyle geliyor ki içini görebilsek,aslında hiç de uyuşuk olmayan,nevi şahsına münhasır,sadece göze batmaktan sakınan,son derece zarif o yaratıklar gibi sanki."






Ya�amaya De�er Film Fragmanı - Hedgehog trailer
Yükleyen blogabi. - TV dizilerini ve programlarını online izleyin.

19 Ekim 2010 Salı

Son bakıştaki o gözler...

17 Yıllık Bir Ömrün Belgeseli: "Oğlunuz Erdal"

Erdal Eren belgeselinin ilk gösterimi 18 Ekim Pazartesi günü(dün) saat 21.00'de Beyoğlu Sineması'nda yapıldı.Umarım sinema salonlarında izleme imkanı buluruz.

Yönetmenliğini Tunç Erenkuş'un yaptığı, yapımcılığını Sosyal Araştırmalar Vakfı'nın (SAV) üstlendiği, belgeselin röportajları ise Tevfik Baş'a ait.

Ve belgeselin müziği...



16 Ekim 2010 Cumartesi

Yağmur...




Dışarda müthiş bir yağmur...Aklımda yağmurla ilgili bir sürü şey var.öyle süslü püslü kelimelere, uzun uzun anlatmaya gerek yok.Yağmuru seviyorum.

"yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
ıslanırım ıslanırım anlamam
sanki nedir bir yağmurun güzel olması
sahi bir yağmurun güzel olması
yağarken kendine severek bakmasından."

[edip cansever'in "eski bir takvim için şiirler"inden]

12 Ekim 2010 Salı

Hayırsız Ada ,Ezber ve sokak hayvanları üzerine...



Bir süre önce ailece hayvan barınağı ziyareti yapmıştık.Elbette çok üzgün olarak döndük eve…Birkaç gün sonra, Ntv de 63’üncü Cannes Film Festivali Kısa Film Yarışması’nda Altın Palmiye’yi kazanan ‘Chienne d’histoire’ (Hayırsız Ada) filmini izledim. 1910 yılı İstanbul’unda, o zamanlar ‘Hayırsız Ada’ denilen, şimdiki Sivri Ada ve Yassı Ada’ya üç ayda 30 bini aşkın köpeğin sürgün edilmesini anlatıyor. Talat Paşa’nın bizzat bu işle ilgilendiğini anlatıyor Avedikyan. Kürtlere ve çingenelere para vererek şehirdeki köpekleri toplattığını, böylece şehri modernleştirmeye çalıştığını anlatıyor.

Neredeyse 100 sene önce 1910 senesinde Meşrutiyet Döneminde II. Abdülhamit döneminde sokak hayvanları için bilinen ilk organize suç çalışması düzenleniyor.
Kafesler yapılıyor. Güzel İstanbul’un güzel sakinleri, sokak köpekleri önce kafeslere tıkılıyor, kafesler filikalara yükleniyor, sonra ver elini Sivri Ada…

Hayırsız Ada olarak bilinen Sivri Ada kimsenin yaşamadığı, su ve yiyecek bulmanın, güneşten korunmanın neredeyse imkânsız olduğu bir itlaf adası.
Önceleri görevlendirilen zaptiyeler köpeklere yemek ve su veriyor. Bu iş bir süre sonra elbette ki ihmal edilmeye başlanıyor. Açlık ve susuzluktan kırılan Hayırsız Ada sakinler hayatta kalabilmek için birbirlerini parçalamaya başlıyor.
Temmuzun cayırdayan sıcaklığı leş kokularını lodosun gücü ile İstanbul’a taşıyor.Çocuk ağlamalarını andıran bu iniltiler haklın canını acıtıyor ama nafile…Yaşadıkları sonu anlatmak yersiz…

Ve, İzmir-Bornova’da üniversiteli gençlerin bir köpekle kediye uyguladıkları vahşet…

100 sene geçti…2010 yılında, şehirlerimizin güzel sakinleri, sokak köpekleri yine kafeslere tıkılıyor.Kentleşmenin götürüsü nedeni ile filikalar yerine kamyonlara yükleniyor. Hayırsız Ada yerine şehirlerin dışına ormanlık alanlara atılıyor veya kafesler içinde aç susuz yaşamaya mahkûm ediliyorlar.

Tek suçları yaşadığımız Dünya’yı bizimle paylaşmaları.

"Ezber" filmi “Bu filmi izlediğinizde bildiğiniz herşey tepetaklak olacak” sloganıyla başlıyor.Film’in ilk karelerinde hoş görüntülerin yer aldığı ve giderek gerçeklerin gösterildiği, yaşanılan vahşetin abartısız gözler önüne serildiği etkileyici bir film olan ezber hüzünle biten bir öykü ama en acisi da;bunun her gün defalarca yasaniyor olmasi.


Ezber
Yükleyen ardalahmet. - DiÄ�er hayvan videolarına göz atın.

1 Ekim 2010 Cuma

Unutmak , unutulmak...




Unutmak zihnin sepya rengi midir ?Zaman içinde sararıp solan anılara ne olur ? Unutmak ,bazen “vedalaşma”, geçmişin duygu yüklerinden kurtuluşu, bazen de müzmin bir acı…

*************

"Beni hatırlayınız” diye yazmıştı Mustafa Kemal Atatürk Büyük Söylevinin en altına,
sanki o büyük vizyonuyla yıllar sonrasını görür gibi, ama sonra vazgeçmiş ve çok
daha özgeci bir biçimde “Ne mutlu Türküm diyene” diyerek bitirmişti. Ölüme karşı
umutsuzca bir direniştir aslında unutulmama çabası. Ve yeryüzünde sizi tanıyan son
insanın ömrüyle sona erer hatırlanmanız da...
Ya birini unutmamak ya da unutturmamak çabası... Örneğin ülkemizde “Sil Baştan”
adıyla oynayan film “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” tam da unutabilmek için
kurtulmak istenlenlerin zihinden ayıklanması üzerine kuruludur. Oysa filmde bunun
yapılamadığına tanık oluruz. Filmin başkahramanı kendisini belleğinden sildiren
sevgilisini unutmak girişimiyle yola çıkarsa da, tam olarak Ekrem Güyer’in eşi
Müzehher Hanım’a duyduğu aşkı ölümsüzleştirdiği nihavend şarkıda olduğu gibi bir
şey gerçekleşir.

Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben
Her yerde sen, her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem
Bir sisli hazan kesilir, ruhum eğer görmesem
Neşemde sen, hüznümde sen, bilmem ki nasıl söylesem.

Ekrem Bey kendisinin hatırlanma umudunu bir kenara bırakıp, eşinin
unutulmamasına odaklamıştır tüm duygusal varlığını. Bu şiirin ve beraberliklerinin
üzerinden sadece 10 yıl sonra maalesef Ekrem Bey mide kanamasından vefat eder.
Bu kez, 44 yıl daha eşinin anılarıyla yaşamını sürdürmeye yükümlü kılınan Müzehher
Hanım karşılık verir sevgilisine; hissettiklerini söze döker ve biz onu karcığar
makamında bir Şekip Ayhan Özışık bestesiyle duyarız:

Unutmadım seni ben, her zaman kalbimdesin
Aylar, yıllar geçti, söyle sen nerdesin
Anlaşıldı sen geri dönülmeyen yerdesin, sen geri dönmeyeceksin
Unutmadım, unutamadım seni ben, her zaman kalbimdesin.


Babaannemin henüz sağ olduğu o yıllarda onun resimleri arasında dedemin 1927
veya 1928 de babanneme gönderdiği bir resminin arkasında bir önceki yazıda
anlattığım notları bulmuş ve çok etkilenmiştim. Dedem bu satırları babaanneme
hitaben yazdığında, bir yıllık bir nişanlılık döneminin ardından henüz evlenmişlerdi.
Ahmet Esat Bey babasını çok genç yaşta kaybetmiş ve amcası tarafından
üniversitede okumak için İstanbul Robert Koleje gönderilmiş; iki yıl kadar orada
kalmış, ama okulunu tamamlayamadan geriye dönmüştü. Babaannemle
tanışmalarının gerçek öyküsünü, bu mektubun İstanbul'a gidişinden ne kadar sonra
ve nereden yazıldığını, mektupla ilgili duygularını babaannemden ne yazık ki
öğrenemedim. Bunları konuşabilecek durumda olduğu dönemlerde birkaç şey
anlattığını, bir kez de resme bakıp iç çekmiş olduğunu anımsıyorum yalnızca. Bir tek
kelime etmemişti yazılanlarla ilgili olarak.
“Beni tanımadığı hiç olmadı neyse ki; ama, en büyük korkum, bir gün bana bakıp,
beni de yabancı biri zannederek konuşacak olması” diye yazmıştım. Onun tarafından
tanınmamak çok zor gelecekti bana; ama maalesef ilerleyen yıllar ve hastalığı ben de
dahil, çevresindeki herkesi unutmasına neden oldu. Şimdi de o zamanki gibi bir türlü
tıbbi adını söyleme gücünü kendimde bulamadığım hastalığı beynini, tıpkı ellerini
buruşturan yaşlılığı gibi, buruşturdu. Benim yazdığım o yazıyı göremedi ve yaklaşık
ondan iki yıl sonra babaannemi kaybettik. Doğrusu, ben babaannemi daha sağken
kaybettiğimi hissetmiştim. Beni tanımadığı ve iletişim kuramadığımız dönemde sanki
yok oluvermişti gözlerimin önünde. Onu kaybettikten neredeyse altı ay sonra bir gece
onu rüyamda sağ ve bizlerle şakalaşırken gördüğümdeyse sanki geri gelmişti; ya da
benim yasım tamamlanmıştı. Hepimizi unutsa da, ona bu dünyada misafirmiş gibi
davranmayı reddettiğimiz ölçüde, yaşadığı onca acıya karşın, hala kendisine yazılan
o aşk mektubunun muhatabı olmanın vakur bilinci içinde, sabırla ve gayretle
aramızda kalarak başı dik, dimdik ayakta
durmasını sürdürdü.
Sonraları dedemin arkasına yazdığı resimden yola çıkarak,babaannemden ve dedemden kalan eski fotoğraflara baktığımda hep aynı şekilde , bütün resimlerin "unutulmamak dileğiyle" imzalandığını gördüm.Fotoğraflara baktıkça zihnimde şu sözler nihavend makamında yineleniyor :"Unutturamaz seni hiç kimse,unutulsam da ben"

(Timuçin Oral’ın “Unutturamaz seni hiçbirşey,unutulsam da ben” yazısından )"